Öykümüz

Denizden esen ılık bir yel perdeyi havalandırıyor, yaz sıcağına karşı insancıkların dimağında bir harbe giriyordu. İçeride bulunan 3 kişi ise kâh donuk , kâh şüpheci bakışlarla ; suskun fakat birbirlerine küfürler savururcasına birbirlerini süzüyordu. Güneş yavaş yavaş kaybolurken içerdekileri son bir hamleyle yakmak istercesine yolluyordu sıcağını evin içine. Aslında şu anda içeride birbirini süzen bu üç kişi akrabaydı. Peki ne olmuştu? Neden düşman gibiydiler? İçlerinden birisi ; hafif tıknaz , yer yer terden sararmış beyaz çizgili gömleği , ayağından pek çıkarmadığı şalvarı ve başında bir takkesi , Yahudi hahamlarını andıran iki karışlık sakalı ve  kırış kırış olmuş yüzü ile Seyfullah Efendi idi. Seyfullah Efendi 60-65 yaşlarında mutaassıp biriydi. Seyfullah Efendi’nin tam karşısında oturan kişi ise; 40’lı yaşlarda kısa kır saçlı , gayet modern giyimli,  tıraşlı fakat bir o kadar da ekşi suratlı , Seyfullah Efendi’nin kız kardeşi Nebile hanımın eşi Haldun bey. Haldun bey tam bir ortacı idi. Yerine göre demokrat yerine göre komünist oluyordu. Hatta yeri gelince milliyetçi pozlar bile kesiyordu. Tam anlamıyla “yağmur nerede tarla orada” sözü bu herif içinde sanki. Haldun beyin sağındaki koltukta pencerenin ağzında oturan ; kimi zaman hareketsiz , kimi zaman da top sektirir gibi ayağını sallayan , bir deri bir kemik denecek kadar zayıf, gözleri dışarıya fırlayacak gibi duran bu gençse Haldun beyin rahmetli ağabeyinin oğlu Baran... Baran üniversite öğrencisi gençtir. Ergenliğinin ağır geçmesi sebebiyle olacak ki , üniversiteye gitmesi ile bir kız arkadaş yaparım düşüncesi onu komünistlerle takılmaya itmiştir. Şimdi ise son sınıftır ve kendini “profesyonel devrimci” diye adlandırmaktadır. Sert bir hamle ile kapı açıldı , dehşetli bir çift göz içeridekiler hızlıca süzdükten sonra söze karıştı : “Polis geldi”. Bu haberin İçerdeki üçünde de farklı farklı manalar uyandırdığı mimiklerinin aldığı enteresan hallerden anlaşılıyordu. Haberi getiren orta boylu küt saçlı Haldun beyin çağdaşı ve eşi Nebile hanımdı. Nebile hanımın yüzünde hüzün ve bir o kadarda eminlik vardı. Nebile hanımın sırtını dönüp kapıya yönelmesiyle içerdekiler de istemeksizin ayağa kalkıp aynı yolu tuttular. Kapıya vardıklarında Nebile hanım kapıyı açmıştı. Polis bir deniz kenarında ceset bulduklarını , teşhis için morga gelmeleri gerektiğini söylüyordu. Nebile hanım bu haberin geleceğinden çok emindi fakat yine de dünyalar başına yıkanmış, kederi , gamı daha da artmıştı. Yalnız masum çocukların gözlerindeki saflık ışığına benzer, “belki o değildir” ümidi belirmişti gözlerinde... Diğerlerinin yüz ifadeleri ise iyice karışmış ve polis önde kendileri hemen arkada hastanenin yolunu tutmuşlardı. Hastanenin kapısından içeri girdiler , sonra soldaki koridora döndüler, koridorun sonundaki merdivenden aşağı inmeye başladılar. Nebile Hanım’ın yüreği her basamakta daha da daralıyor, boynunu alabildiğince yukarı çekiyor;   sanki denizde boğulurcasına bir bunaltı yaşıyordu. Tam morgun kapısına geldiklerinde ise ;  Nebile hanımın dizlerinde güç - kuvvet namına bir şey kalmamıştı. Kapı görevli tarafından yavaşça açıldı içerideki manzara ürperticiydi.  Ortada musalla taşına andıran soğuk bir mermer , üzerinde kirli sarı bir torba vardı...Görevli ve polis eşliğinde torbaya yaklaştılar.... Nebile hanımın gözleri iyice bulutlanmıştı. Görevli torbanın fermuarını umursamaz bir edayla bir çırpıda yarıya kadar açtı.... Nebile hanımın daha net görmek maksatla nemli gözlerini olabildiğince açıp üzerine doğru eğiliyordu... Anlık oluşan sessizliği bir anda bir çığlık yıkıp geçti... “Kızım!!!” Evet yatan kızı Aybiçe idi... Nebile hanım olayın en başından beri sonucun bu olacağını bilmesine rağmen bu feryadı ile ciğerlerini yakmıştı... 
                         **************
Aybiçe o zamanlar on yaşlarında pırıl pırıl bir kız idi. Nebile hanım o vakitler Aybiçe’ye kitaplar alır , Aybiçe’de o kitapları zevkle okurdu. En sevdiği öykü kitabı ise “Bir Çocuk Aleko” idi. Öyküde geçen kahramanın , yaşına bakmadan yaptığı fedakarlık ile biten hayatı; Aybiçe’de tarifi mümkün olmayan bir duygu seli meydana getiriyordu. O küçücük yüreği gururla kabarıyor aynı zamanda da çok hüzünleniyordu. O vakitler bu öyküyü ilk okuyuşunun ardından , çocukluğun getirdiği berraklıkla , gözleri dolu dolu annesine şu soruyu sordu: “Anneciğim , gerçekten milleti için kendini feda edecek insanlar mı?” Annesi  Nebile hanım yaşından büyük gelen bu soruya , tıpkı bir yetişkine cevap verircesine verdi: “Evet kızım. Belki en büyüklerinden biriside Kürşat’tır.” Dedi... Aybiçe meraklı gözlerle sordu : “Anneciğim Kürşat kim?” Annesi anlatmaya başladı: “Kızım o çok eski atalarımızdan. Türkler esir düştükleri bir vakitte , prensliği , sarayları hiç düşünmeden milletinin hürriyete kavuşması için isyan başlatmış. Fedakarca yaşayıp , fedakarca ölmüş bir yiğit” dedi. Aybiçe annesinin dediklerini bir süre düşündükten sonra yine çocukluğun saflığı ile : “Anne bende ileride milletim için kendimi feda etmek istiyorum. Fakat ağlama , olur mu?” dedi... Annesi bu sözleri beklemiyordu , birden gözleri doldu ve kızını ciğerlerine doldururcasına , bağrına basarak sarıldı... 

Nebile hanım bu anılara dalmıştı. Tüm o tatlı ve güzel anılar. Keşke hayatın her anı böyle saflık ve güzellikle geçseydi diye düşünüyordu. Dalgınlığından dolayı ne nereye gittiklerini bile unutmuştu artık.  Haldun bey ve Nebile hanım kızları Aybiçe’yi teşhis ettikten sonra emniyete  götürüldüler. Tabii ki Seyfullah efendi ve Baran da onlarla birlikte idi. Nebile hanım daldığı hülyadan uyandığın emniyette içeri giriyorlardı. Bir anda yanındakileri fark etti. Nebile hanım o an doğan bir his ile yanındakilerden tiksindiğini fark etti. Zira  kendisi kızını gerçek bir Türk evladı olarak tertemiz bir ahlakla yetiştirirken , onlar kızının bu haliyle ya alay etmişler ya da ukalâ olarak adlandırıp yer yer şiddet göstermişlerdi. O anda bir anı daha canlandı gözlerinde :
     Aybiçe bir gün ağlaya ağlaya eve gelmişti. Annesi kapıyı açıp kızının o haline görünce neye uğradığını şaşırmıştı. Zira evden gayet neşeli bir şekilde çıkmıştı. Baran ve arkadaşlarıyla buluşacaktı. Ne olmuştu da bu halde idi? Hemen içeri aldı kızını Nebile hanım. Ellini yüzünü yıkadı ve onu salonda bir koltuğa oturttu . Hızlıca mutfaktan bir bardak su getirdi. Aybiçe’ye uzatarak “ iç kızım” dedi. Aybiçe titreyen elleriyle zor tutuğu bardağı yavaş yavaş bitirebildi. Belki şimdi birazcık daha iyiydi. Nebile hanım “ne oldu güzel kızım?” dedi. Aybiçe anlatmaya başladı fakat anlattıkça yeniden gözleri doluyordu. “ Anneciğim , Baran ve arkadaşlarıyla buluştuk. Sohbet etmeye başladık.” Dedi. Aybiçe bunları anlatırken annesi Nebile hanım ise bir yandan kızını dinliyor , diğer yandan ise aklındaki “acaba ne oldu?” sorusu yüzünden aklına türlü türlü felaket senaryoları geliyordu . Aybiçe zorlansa da devam etti : “Muhabbet önce memleket meselelerine geldi. Baran’ın arkadaşları Türklükle , Atatürk’le , Çanakkale , Malazgirt gibi kıymetlerimizle alay edince dayanamayarak onlara sert çıkıştım. Baran da “sen ne anlarsın , gerici” diyerek herkesin içinde bana tokat attı” dedi... Aybiçe sözlerinin sonuna doğru yine hıçkırıklara boğulmuştu. Biraz kendini toparladıktan sonra annesine “onun gözlerinde gördüm anne , o bir terörist” dedi... Nebile hanım Aybiçe’yi teselli etmek için kızının başını göğsüne yaslayarak saçlarını okşuyordu. Sonra Aybiçe’ye : “O aklını kullanamayan bir budala” dedi. 
Nebile hanım tekrar kendine gelmişti.  Yanındakilerden nefret ediyor bunu bakışlarıyla da onlara belli ediyordu. Diğer üçünü kin ve nefret dolu bakışlarıyla emniyette geçen yedi saatin ardından otopsi raporu gelmişti. Raporun dediğine göre Aybiçe’nin  na’şının bulunduğu kıyının sırtındaki kayalıklardan,  atılarak , düşmenin şiddetine bağlı iç kanama ile hayatını kaybetmişti.  Rapor bununla beraber tecavüz izlerine de rastlanmış olduğunu diyordu. Yapılan testler ile araştırmalar ailenin tanıdığı bir ismi vermişti. Bu isim Aybiçe’nin çalıştığı şirketin sahibi ,  İshak beydi. İshak bey Avrupa’da tahsil görmüş , Avrupalı iş ortakları da olan , evli , elli yaşında,  gayet kibar görünümlü biriydi. Gelen bu haber herkesi şok etmişti...Ne diyeceklerini de bilemiyorlardı. Nebile  hanım  o adamı hatırlıyordu. İshak bey hem abisinin hem de eşinin tanıdığı birisiydi. Birkaç defa da kendisi görmüştü. Eşi ve abisinin Aybiçe’ye ,İshak beyin şirketinde çalışacağı haberini verdikleri zamanı hatırlıyordu... Aybiçe ısrarla orda çalışmak istemiyordu. Haldun bey: “ İş bulduk hanım efendi iş beğenmiyor. Ne  yapacağız , aç mı kalalım” demişti. Fakat Aybiçe bir sebep söylemeksizin sadece “ orda çalışmak istemiyorum” diyordu. Seyfullah efendi birden hiddetlenerek bir tokat atmıştı. Sonra da “ büyüklerin sözüne karşı mı geliyorsun sen?” diye bağırmıştı. O tokatı sanki  kızı değil de kendi yemiş gibiydi. Seyfullah efendi tam vurmaya devam edecekken kızının üzerine kapanmıştı . Seyfullah efendi de tam Nebile hanıma vuracakken Aybiçe “ tamam çalışacağım “ diyerek annesini korumuştu. Şimdi kızının ne kadar da haklı olduğunu daha da derinden hissediyordu. Biraz sonra , iki polisin kolları arasında, aldırmaz bir yüz ifadeli, kırışmasın diye özen gösterdiği bir takım elbiseyle, uzun kır saçlı birini getiriliyordu . Nebile hanım bu yaklaşan kişiye iyice bakınca bunun İshak bey olduğunu anladı. Belki onu oracıkta öldürecekti...En azından böyle bir kin ateşi yanmıştı yüreğinde ! Fakat konuşacak gücü bile yoktu... İshak bey iyice yaklaşınca , Seyfullah efendi ve Haldun bey ayağa kalktı. Haldun bey “efendim kesin bir yanlışlık olmuştur biz sizin böyle bir şey yapmayacağınızdan eminiz” dedi.. Seyfullah efendi ise İshak beyin kulağına  yaklaşarak kısık sesle “yaptıysanız da sıkmayın canınızı,  zaten o kuyruk sallamasa başına bunları gelmezdi” dedi. İshak Bey bu ikisini duyuyor fakat o donuk ifadesinden küçük bir taviz dahi vermiyordu. Yalnız oturan Baran’a enteresan bir bakış atmıştı. Bu bakış aynı şekilde Baran’da da karşılık bulmuştu. Bu iki tanıdığın bakışmasından ziyade idi...Çok bekletmeden İshak beyi sorgu odasına aldılar. Aradan geçen birkaç saatin ardından polisler olay yerine 1 kilometre uzaktaki İshak Bey’in evinin ait güvenlik kameralarının görüntülerini çıkarttılar. İshak bey bu görüntülerin incelenmesinin ardından serbest kaldı. Zira görüntülerde , Aybiçe gece yarısı İshak Bey ile birlikte eve geliyor , sabah 6 sularında , tek başına ve hızlıca evden çıkıyordu. İshak Bey de , Aybiçe’nin rızasıyla her şeyin olduğunu söylemişti ifadesinde. Hem rızası olmamış olsa ne olacaktı ki? Ankara’daki tanıdıklarına yolladığı  hediyeler sayesinde elini kolunu sallayarak çıkacaktı. İshak bey tam çıkıp giderken koridorda aile ile karşılaştı. Yine içlerinden sadece Baran’la göz teması kurup diğerlerini,  umursamazcasına çıkıp gitti.
                           ***************

Polisler olaya ilişkin aramaları genişletiyorlardı Şimdi İshak beyin evi ile Aybiçe’nin  cansız bedeninin bulunduğu deniz kenarı arasındaki bir kilometrelik alanda incelemelerde yapılıyordu. Takatten düşen Nebile hanım kimden nefret edeceğini bilemez bir halde,  içindeki yangın ile şu dünyada kimsesiz kalmış garipler gibiydi. Aradan geçen saatler sonunda ; polisler araştırma yaptıkları bölgede bir kağıt parçası bulmuşlardı. Polisler pek bir şey açıklamadan , Nebile hanıma “kızınızın tuttuğu günlük,  anı yahut karalama yaptığı bir defteri var mı?” diye sordular . Güç bela konuşan Nebile hanım “evde olacaktı” diyebildi. Polisler eşliğinde eve gitti Nebile hanım. Aybiçe’nin  odasında içeri girdiler , masanın üzerinde kitaplarının yanından bir defteri alarak ,  polislere teslim etti . Nebile hanım tam çıkacakları sırada gözü masanın kenarında açık kalan bir şiir kitabına ilişti. Yine aynı isteksizlikle açık kalan sayfadaki şiiri gördü ... Şiir şöyleydi :
 Yürür gün doğmadan yollarda her gün
 Sakat,  sessiz ve aksak bir hayalet
 İçerden: Bir ziyan olmuş ömürdür,
 Dışardan: Neymiş artık var hayal et.

 Sanki bu şiir yaşadığı tüm kabusu anlatır gibiydi. Kim bilir , kızı  okurken ne hisle okumuştu? Emniyete vardılar. Polisler Aybiçe’nin defteri ile buldukları  kağıdın incelenmesine başladılar. Geçen saatlerden sonra kağıttaki yazının Aybiçe’ye  ait olduğu anlaşıldı. Biraz sonra İshak Bey’de  yeniden emniyete getirildi ve aile ile birlikte komiserin odasına alındı. Komiser  içerdekilere:  “Bu mektup kızınız Aybiçe’ye ait . Muhtemelen intihar ettiği yere giderken,  cebinden düşmüş” dedi.  “Şimdi hepinizin huzurunda okuyorum: 
        Sevgili Anacığım ,
Sen bu satırlarımı okurken , ben bir uçurumun dibinde , çoktan can vermiş olacağım . Ama ne olur ağlama... Zira zirveye en iyi uçurumun dibinden çıkılır. Belki babamın sözünü dinleseydim , çoktan zirvedeydim . Fakat senin bana aşıladığın ahlaka göre sürünerek değil , kartal gibi yükselerek çıkmaktı , şereflice olan.... Hep hissettiğin fakat benim bir türlü anlatamadığım şeyleri anlatacağım. Babam beni İshak beyin şirketine ona metres olayım diye peşkeş çekmek için işe soktu. Ne kadar istemediğimi söylesem de her itirazımda dayak yedim. Bundan başka ; komünist arkadaşlarıyla söz dalaşına girdiğim için beni dışlayan ve bir süredir küs olduğum Baran’ı yani o sözüm ona emperyalist düşmanı Baran’ı bir gün İshak beyin odasından çıkarken gördüm. Yanına gidip sıkıştırmak istediğim sırada bir tomar para sayıyordu. Sende mi bu heriften besleniyorsun dememle de bana çok sert bir tokat atıp uzaklaştı. Çok düşündüm ne yapmam gerektiğini ... En son Allah korkusu vardır , dindar adamdır diye Seyfullah dayımın yanına gittim. Babamın yaptıklarını , İshak’ın tacizlerini ve Baran’ı anlattım. Keşke anlatmasaydım! Sen öyle bir mübarek adama nasıl iftira atarsın diyerek o da dayak attı. Yani onunda sermayesi dalkavukluk imiş.... Üzülme anacığım... Ben senin cevherindenim. Bir gün küllerimden yeniden doğacak olursam , bu yine senin özünün gayretinden olacaktır...”
   Tam bu sırada sırıta sırıta pişkin edasıyla İshak bey söze karıştı : “ Dinlediğim zırvalıklar bittiyse , ben gitmek istiyorum” dedi. Komiser sert bir tavırla : “Hayır , son bir kaç cümle kaldı” dedi ve mektuba devam etti: 
“ Kıymetli anacığım . Umarım ölümüm bir ihtilâl ışığı olabilir . Canım annem ,  sana benden sonraki Türk evlatlarına bir nasihat kalsın diye bir dörtlükle veda ediyorum :
Ömrünü feda et kutlu yola:
Ülküsüzlük , hayvanda ola!
Ey Türk! Çıksın yolun Turan’a!
Kopsun kıyamet , yak gençliği!
                                                    Kızın Aybiçe

Bu öyküde eziyet gören Türklük cevheri , onu tekrar tekrar küllerinden yaratacak ana ise Türk Töresidir! 

Kutlu maziye , ulu yurtlarımıza
Şanlı Şehitlere , Gazi kanımıza
Göçüp giden nice ecdatlarımıza
Ve gelecek Türkçü evlatlarımıza
Bugünden yüz binlerce selamlar olsun!

   

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uyanış şiiri

Önemli